Yahya Abi Bunları da Yaz
(90'lı Yıllar İdil)
Yahya abi, sen daha iyi bilirsin… Ama biz senin o anlattığın toz pembe bir İdil’e, o eski Hezex’e uyanmadık. Bizim çocukluğumuz, okuldan eve dönerken ayakkabılarımıza yapışan çamurun, yazın toza, kışın çukurlara dönüşen bir İdil'e uyandı.
Bir tek Newroz mevsiminde çakma mekap ayakkabılarımız bakkaldan aldığımız o ilk rengini alırdı. Çocukluğumuzun sokakları tezek kokusunun, keçi, koyun ve süt kokusunun birbirine karıştığı anıların içinde geçti.....
Baharın ilk zamanlarıydı, sabahı yağmurlu, gün ortası güneşli bir gündü; gök kubbede gökkuşağının yasaklı renklerde açılma niyetinde olduğu ihbarı, polis telsizlerine düşüyordu. Panzerlerden anonslarla direkt güneşe nota veriliyordu.. Bugün hava kapalı olacak geri çekilmesi gerektiği.Sürgünde bir güneş,genizleri yakan sis bulutları ve saate bakılmaksızın İdil'e akşam karanlığı çöküyordu.
Yahya abi sen daha iyi bilirsin... Diyarbakır Olağanüstü Hal Bölge Valisinin, günlük raporlarında 'İdil Cehennemi' diye bahsettiği küçük şehrimiz.
1994 Haziran’ıydı. Eski belediyenin karşısında bizim priket inşaatımız vardı, hemen önünde polis abiler nöbet tutar, trafik kontrolü yaparlardı. İçlerinden biri, Çevik Kuvvet Polisi Kürşat Ergörün'dü. 24 Haziran gecesi İdil’de yoğun çatışmalar oldu, 5 polis memuru vefat etmişti, biri de Kürşat abimdi. Sabahleyin priketleri sulamaya giderken, İdil Belediyesi İtfaiye Memuru Yusuf Saruhan amcadan duydum ölüm haberini . Bir duvarın köşesinden gizlice nöbet ve yol kontrolu yapan polislere bir umut baktım, yoktu her zaman ki yerinde. Eve gelip aileme söyledim. Babaannem Hacı Hedya ağlamıştı.Bir yakınını kaybetmiş gibi ağıtlarla.Babaannem, üç yıl önce de Diyarbakırda üniversite öğrencisiyken Hizbullah saflarına katılan yeğeni Muhammed Ata'nın ölüm haberini aldığında da böyle ağlamıştı, acı dolu figanları yükselmişti.Bir başka yeğeni Abdurrahman da dağa çıkmıştı,onun ölüm haberini aldığında da aynı acı vardı bitap yüreğinde.Haci Hedya da kendi çocuklarının yolunu gözlüyordu bir vuslatın umudundaydı. O günlerde oğlu Molla Abdurrahman askerdeydi;diğer iki oğlu Abdulbaki ile Ahmet ailece göç ettikleri Batı illerinde ekmek kavgasına, inşaatlarda ameleydiler.
Babaannem, genç yaşta toprağa düşenlere ağlardı, doğulusu, batılısı fark etmezdi.
Ah, Kürşat abim, bir gün bana "Dün akşam ne yedin?" diye sormuştu. Türkçeyi bazen eksik, bazen de fazla konuştuğumuz zamanlardı.
" Haşlama" diyeceğime "Haşhaş" demiştim. "Lan Kazma" demişti, "O haşlama olmasın?" diye gülmüştük. O kadar az gülerdik ki. Kürşat abi bana bir radyo hediye etmişti, uzun yıllar saklamıştım....
Geceleri İdil'in semalarında mevsiminden bihaber barut yüklü, tetikte bulutlar dolaşırdı; dört büyük meleğin yetki uyuşmazlığı vardı.
Biz, şafakları bin yıl süren bu gecelerin sabahlarında bile bir umutla dışarı bakardık ama her defasında duvarlarda kurşun delikleri, yerlerde şarapnel parçaları bulan çocuklardık.
Fecr-i kâziblarda aileler sessizce göç ederdi, arkalarında kapıları aralık kalmış evler, tamamlanmamış hikâyeler bırakırlardı. Öz İdilliler gittikçe, yeni yüzler yerleşmeye başlamıştı. Çevre köylerden gelenler, boşalan evlere taşındılar. Ama kimse kimsenin yerine tam anlamıyla geçemedi. Gidenler gittikleri yerlerde eksik kaldılar, kalanlar burada.
Hezex artık metropol bir köydü Sayın Hocam..
İdil'in Tarihi,
Kadim Süryani kasabasının, taş sokaklarının, ağır taş duvarlarının içinde saklıydı. Yıllar geçtikçe bu duvarlardan bir inilti, yarım bir hıçkırık sesi gelirdi. Gidenlerin dilleri unutulmuş, yeni gelenlerin ayak izleri eskilerin izleriyle karışmıştı. Meryem Ana Kilisesi’nin silueti, İdil’in kalbinde yükselirdi. O kilise, sadece bir ibadet yeri değildi, Süryani halkı için
Süryani halkı için tarih, kimlik ve aidiyetin simgesiydi. Kilisenin içindeki oturaklar, yüzyıllar boyunca biriktirdiği dualar ve yaslarla yoğrulmuştu. Her taş, her yaşlı dut ağacı, ışığı sönmüş her mum;bir zamanlar burada yaşamış kirve(kîrîv)lerimizin sesiydi.
Gurbetteki Hezexliler, İdil üzerine stranlar, marşlar yazardı. Kurmançlar ve Ezidiler kürtçe, Hristiyan yerlisi Süryanice..
Yarım kalan duygular, özlemler, kayıp hatıralar o şarkıların mısralarında yaşardı.
Fırınlardan nadiren ekmek alınırdı, Yahya abi. Hezex'te ekmek kokusu fırınlardan değil, Demanilerin tandırlarından yükselirdi. Koçerler, yufka açardı, saç ekmeği pişirirdi. Nane sele'yle sarılan tulum peyniri, yanaklarda anlık bir şişkinlik yapardı.
Tandır başında toplanan kadınlar, bir yandan hamur açıp bir yandan hikâyelerini anlatırlardı.
Taze gelinler askerdeki kocalarının gönderdiği mektupları bize okuturlardı, evdeki okuma yazması olan kayınlarının mahrem bir kaç sözü bilmelerinden utanırlardı...
Çok özledim sıcak ekmeklerin arasına otlu peynir koyup okul yolunda yediğimiz günleri ve arkadaşlarla paylaştığımız kuru üzüm ve azıcık pestili.
Bildiğim tek şey, bazı arkadaşlarımın artık sınıfta olmadıklarıydı. En son Sarya gitmişti.
Sessiz, incecik Sarya.
Saçlarını annesi kısacık keserdi; iri gözleriyle hep biraz üzgün bakardı. Günlerdir okula gelmemişti. Bir sabah Sarya'ların evine gittim. O an içimde bir tuhaflık vardı. Kapıyı babaannesi açtı, yüzü solgun, gözlerinde bir hüzün vardı. Göz göze geldik ne söyleyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemedim. Babaannesi derin bir nefes aldı, o an her şey aniden ağırlaştı, sanki zaman bir kaç saniye durmuştu.
- “Evladım, Sarya, annesi, babası ve kardeşleriyle birlikte Almanya’ya gitti.” O an, içimde bir şey kırıldı. Sarya'nın gitmesi, sınıfın içindeki eksikliği birden daha derinden hissettirdi..
O gün anladım Yahya hocam, insan bazen ardında sadece solgun bir hatıra, hüzünlü bir boşluk ve tozlu bir defter arasında unutulmuş bir not bırakarak sırra kadem basabiliyordu. Müzik defterimin arasına koyduğu o notu bulduğumda, ruh halim evde yaramazlık yaparken işittiğim azar gibiydi, bir alınganlığa büründü çocuk kalbim.
- "Beşir, babam artık burada kalamayız, mahkemenin sonucunu beklemek istemiyorum, dedi bize. - Umarım bu notu bir hafta sonra görürsün."
Zaten bir hafta sonra gördüm notunu, yarım sayfa bir resim kağıdına yazmıştı, dersimiz müzikti..
Vadesiz bir vedaydı Yahya abi...
Bizden öncekiler de gitmişti.
Köşe yazında bahsettiğin Fehmi abi gitti, Sınıf arkadaşım olan kardeşi Servet Elen de. En son müzik dersimizde Ferdi Tayfur’un Mor Güller şarkısını söylemişti. Demek ki veda ediyordu okul arkadaşı olan bizlere ama biz bunu çok sonra anladık. Şimdi hatırlıyorum da, o gün sesi titriyordu ama belki de sadece şarkının duygusundandı diye düşünmüştüm. Meğer kalbindeki hüzündendi.
Gece yarıları sıcak yataklarını terk edip bir bilinmeze kaybolan genç kızlar, erkekler, komşular, abiler...
Gittiler....
Kimse nedenini anlatmadı, kimse ne olduğunu tam olarak bilmedi.
Bir sabah eksik uyanıyorduk,yoktular artık. Ebeveynlerinin beyzadeleri, prensesleri..
Evin delikanlısının kahvaltı sofrasında, komşu kızını görmek için oturduğu o her zamanki yeri, yerleri boş kalıyordu, sevdaları da yarım kalıyordu...
Akşamları büyük bir patlama olurdu, sonra elektrikler kesilir, omuzlarında tüfek, boyunlarında puşili adamlar, zılgıtlarıyla haykıran genç kızlar;
Hezex'in lambası kırık sokaklarında karanlık bir gölgeye dönüşürlerdi. Hangi sokak başında durdukları tam olarak bilinmezdi, sadece silah seslerinin yakından ya da uzaktan geldiğinin muhasebeni yapardı büyüklerimiz..
Hezex, tıpkı bizler gibi, eksile eksile büyüyordu Yahya Kaya hocam.
Ama bir zamanlar, o eski Hezex’in kimliğini ayakta tutan kızlı erkekli, Süryani gençleri vardı. Avrupa giyimli, İspanyol paça pantolonlarıyla, kendi dünyalarını kurmuşlardı. Eğitim durumu yüksek gençleri de vardı, acı sonlu hikayesi olan da. Sokaklarda, avlularda, birkê bêyara'da; bu gençler eski zamanların değerlerini ve modern hayatın öğelerini birleştirerek Beyt-Zaptdey'in üzüm bağlarında yaşamışlardı. Belki de biz onlardan çok farklıydık ama bir şekilde aynı havayı soluyorduk.
Timur Çeşmesi’nden akan su, bu şehre hayat verirdi. O su, İdil'in, çok dilli ve çok kültürlü etnisitesinin sembolüydü. Müslümanlar ve Süryaniler arasında, kimlikler ne kadar farklı olsa da, o çeşme hep ortak bir simge olarak kalmıştı.
Diğer yandan Hezex’in yeni kimliği inşa ediliyordu. Şeyh Seyda Merkez Camisi, Müslümanlar için kutsal bir başlangıçtı. Serdahle’de Şeyh Muhammed Nurullah Seyda'nın hal, hareket ve öğretilerinden fenafillah'a dönen sufiler ve müritler
bugün bu caminin kubbesi altında saf tutuyorlar.
Beşir Şiren Güncelleme Tarihi: 07 Mart 2025, 16:29
Yazar bu yazısını her ne kadar hususi olarak Yahya hocaya yazmış olsa bile çok dramatik noktalara parmak basmış oldugu için bizde üzerimize alıyoruz. İdil'in cehennemden bir dönem olan 90'lı yılların çocuğusun belliki. Hani derler ya ateş düştüğü yeri yakar. Çocukluğun bu minvalde geçtiğinden yazınızın her kelimesini önceden kalbine gömdüğü yerden ellerinle çıkarıp yazmışsın. Çocukluğunda kendisine az nasip olmuş gülmeyi çatışmada vefat eden bir polis aben adeta sana hediye etmiş. O cehennem yıllarında bir şeylerden bihaber senin gibi çocukların hicbiri gülmezdi o yillarda. EyvAllah. Bu yazınız bizi derinden etkiledi. İçten, harika, doğru bir yazı. Hazin ve hüzün dolu...Kalemine sağlık hemşehrim.