OKUL ANILARI-4
Can dostlar..!
Yazılara çok ara verdiğimin farkındayım. Hayatın meşgaleleri işte. Bir gün böyle hayatımızın son gününe geleceğiz ve fark edeceğiz ki, daha yapacak bir sürü işimiz vardı ama hayatın meşgaleleri izin vermemiş.
Okul anılarımın dördüncü ve son bölümünü yazmak üzere klavyenin başındayım. Hemen belirtmeliyim ki; bu bölümde artık İdil Lisesi’nin öğrencileriyiz. Ortaokulda Müdürümüz Emin İmrağ, Müdür Yardımcısı ise Masum Sönmeztürk idi. Daha sonra Emin İmrağ ayrıldı, yerine Masum Sönmeztürk Müdür oldu. Ancak 12 Eylül’den sonra Lise’de Cüneyt Albayrakoğlu Müdür, Orhan Çöllü ise Müdür Yardımcısı oldular.
12 Eylül’den sonra İlçemize Batı’dan çok öğretmen atandı. Gelen öğretmenlerimiz, yaz aylarında kendi memleketlerinde, eğitim-öğretim döneminde ise İdil’de olurlardı.
Lise 1, yani 4/A sınıfı “İşlik Binası” denilen yerdeydi. Bu binanın giriş odasında, yanılmıyorsam 14 kişilik bir sınıf mevcudu ile derslere başladık.
Başladık başlamasına da biz hala çocuk ruhluyuz. Sözde lise öğrencisi olmuşuz ama dersleri sabote etmek için elimizden gelen tüm gayreti gösteriyoruz. O zamanlar sınıfları soba ile ısıtırlardı. Okulun hizmetlisi sabah erken gelir sobaları yakar, sonra ara ara sınıfa gelip ateşi demir bir çubuk ile karıştırır ve üzerine kömür eklerdi.
Bizim bu sınıfta bazen duman tüterdi. Sobanın duman tüttürmesi aklımıza bir hinlik getirdi. Hizmetli sobaya kömür eklediğinde, bizler teneffüslerde sınıfın duman ile dolması için sobanın altından-üstünden üfler ve dumanın tütmesine yardımcı olurduk.
Ders başladığında, öğretmen bizi sınıftan dışarı çıkarır ve pencereleri açtırırdı. Böylece ders kaynamış olurdu. Sınıftaki dumanlar biraz azalıncaya kadar, ikinci teneffüs yaklaşırdı. Tabi ikinci teneffüste de aynı işlemi yapmaya devam ederdik.
Bir ara yine sınıfı duman altı yapmıştık. Dersimiz Türkçe idi. Ders hocası ise Vehbi Kurt. Öğretmen sınıfa her zamanki gibi girdi. Hiçbir şey yokmuş gibi ders işlemeye başladı. Bizler öksürmeye başladık. Ama Vehbi Hoca’nın bizi dışarı çıkarmaya niyeti yoktu. Öğrencilik dili ile söyleyeyim; “Ders kaynamıyordu.” En sonunda söz alarak; “ Hocam, nefes alamıyoruz” dedik. O pencereleri açtırdı. Hava soğuk. Duman azalıyor ama üşüyoruz. “Hocam dışarı çıksak” dedik. “Olmaz” dedi. “Sizler gelecekte savaşlara katılabilirsiniz. Bombalar altında, dumanlar içinde yaşamak zorunda kalabilirsiniz, şimdiden alışın.” Böylece o gün eylemimiz boşa çıkmıştı. Soluduğumuz duman da cabası.
Lise ikiye geçtiğimizde haliyle sınıfımız da değişti. Bizler İşlik binasından yan taraftaki okula geçtik. Artık ismimiz 5-Fen olmuştu. Zaten Lise’mizde bir bölüm vardı. Yani zoraki fenci oluverdik. İdare bizim eski sınıfı, öğretmenler odası olarak değerlendirmek istiyormuş. Öğretmenlerden biri bunu bizim sınıfta dile getirdi: “Biz öğretmenler, odada soba tütüyor diye bu fikri kabul etmedik” deyince, gülüşmeye başladık. O; “Neden hep birlikte güldünüz?” diye sorunca; “Odada bir arıza yoktu, biz yapıyorduk” diye cevap verdik. Sonra orayı öğretmenler odası yaptılar.
Lise 3’ler İşlik Binasının üst katında bulunuyorlardı. Tabi onlar bizim için abi pozisyonunda idiler. Fakat merdivenleri çıktıklarında hemen hepsi popolarını kitapları ile koruma altına almak zorunda kalıyorlardı. Nedenini de o sınıftakiler anlatsın artık.
Edebiyat öğretmenimizin ismi Serdar Selçuk Kukul idi. Bizlerden ev ödevi olarak, bir romanın özetini istedi. Zaten ilk defa roman diye bir şey ile o zaman tanıştım. Belki bilenler vardı ama ben o güne kadar roman okumamıştım. Fransız yazarların romanlarını o ödev sayesinde okudum.
İslami gelenekte roman diye bir şey yoktu. Ama “Serhatî, hikaye, destan” dediğimiz anlatımlar vardı. Örneğin annem bizlere ve mahalleliye hikâyeler anlatırdı. Bir hikâyesi 3-4 gece devam ederdi. Mesela “Feyruşah” isimli hikâye bu türdendi. Bu hikâyeyi dedem 7-8 gecede anlatırmış. Ondan önce bu hikâyeyi anlatanlar, ellerindeki kılıç ile pratize ederek dinleyicilere aktarırlarmış.
Neyse, biz konumuza dönelim. Ben, Emile Zola’nın “Meyhane” adlı romanının özetini çıkardım. Kitabı okurken, yazarın bayan olduğunu zan ederdim. Meğer erkekmiş. Herhalde Emile’yi Emine ile karıştırırdım. Roman çok ilgi çekici ve akıcıydı. Sınıf arkadaşlarımız Murat Yılmaz, Fatih Şahin, İhsan İkis, Mahmut Tekçe, Ramazan Özalp, Nuri Aslan ve diğerleri, herkesin elinde bir roman, okuyorlardı.
Roman okumaya alışınca, Victor Hugo’nun Sefiller’ini okudum. Böylece devam etti. Liseden mezun olunca İslami romanlar okumaya başladım. Özellikle Ahmet Günbay Yıldız’ın romanları hoşuma giderdi.
Okulun kasa-minder takımı vardı. 19 Mayıs’ta bu takım çıkıp jimnastik gösterileri yapardı. İhsan İkis ile Mahmut Tekçe takımın değişmez elemanları idi. Tabi diğer sınıflardan da öğrenciler vardı. Hatta İhsan İkis tam bir yazılı sınav arifesinde, kasa minder çalışırken, kolunu kırdı. Böylece yazılı sınavına giremedi.
19 Mayıs’larda yarışmalar düzenlenirdi. Kaşık içinde yumurta taşıma, yoğurt içine atılan paranın ağız ile aranması, yürürken ipliği iğneden geçirme, ağır topları ayakla vurarak ilerleme vb. Bu yarışmalarda sınıfın sportmenleri olan İhsan İkis, Mahmut Tekçe, Hüseyin Demirel hep vardılar.
Ha Hüseyin demişken, ondan biraz bahsedeyim. Bu arkadaşımız normalde bizimle konuşur, şakalaşırdı. Ama öğretmen ders için onu kaldırdığında, ismini dahi söyleyemezdi. Milli Güvenlikçi subay öğretmenimiz, sınıf tanışması esnasında kendisine söz verdi. İsmini söyleyemediği için kâğıda yazmaya çalıştı. Böyle kitlenir kalırdı.
Efendim, bana daha ilkokula başlamadan şiir okutmuşlar. “Atalarım Gökten Yere” diye bir şiiri ezberlemiştim. Sonra bu alanda nam yaptık ya, bütün öğrenciliğim süresince hep şiir okudum.
Lisede iken Metin Aygören isimli bir Türkçe-Edebiyat öğretmenimiz atandı. Şöyle saçları muntazam taralı, yakışıklı, hoş sohbet biriydi. Bizlerde saçlarımızı onun gibi güzel tarayıp, yakışıklı görünmeye çalışırdık. Sınıfta saçlarına en düşkün olan Mehmet Nuri Aslan (Cudi) idi. O zaman jöle diye bir şey olmadığı için saçlarını limon ile düzgünleştirirdi. Günde iki-üç limon harcardı herhalde.
Metin Aygören öğretmenim, resmi bir merasim için bana “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiiri okuma vazifesi verdi. Öğretmen ile prova yaptığımız zaman anladım ki, o güne kadar şiir okumasını bilmiyormuşum. Çünkü şiirleri düz okur, vurgu falan bilmezdim. İlkokul öncesi başladığım şiir okumayı, ancak lisede öğrenmiştim.
Lise’de en çalışkan arkadaşımız Murat Yılmaz idi. Murat’ın babası subay ya da astsubaydı. Babasının İdil’e tayin olmasından dolayı bizim sınıfımıza düşmüştü. Ali Yıldırım diye dersini müthiş güzel anlatan bir matematik öğretmenimiz vardı. Bazen sınıfa bilimsel dergiler getirir, matematik soruları çözdürürdü. Murat Yılmaz isimli arkadaşımız bu soruların çoğunluğunu çözebiliyordu. Kendisi iyi bir matematikçi olmasına rağmen, siyaset bilimcisi oldu. Hali hazırda televizyon kanallarında analizler yapıyor.
Bizler lise 1 veya 2’de yeni yeni üniversite sınavı diye bir şeyden haberimiz oldu. ÖSS ve ÖYS olarak, yani Öğrenci Seçme Sınavı ve Öğrenci Yerleştirme Sınavı şeklinde yapılırdı. Şimdiki sınav gibi iki aşamalıydı. Barajı geçenler ikinci sınava girebiliyordu.
Bizler kendi çapımızda bu sınava hazırlanmaya çalıştık. Tabi İlçe’de dergi-dershane falan, hiçbir şey yoktu. Diyarbakır’dan bir dergi isteme kararı aldık. Ben, İhsan ve birkaç kişi daha bir mektup yazarak, dergiyi istedik. Yetkililer posta pulu istiyordu. İhsan ise topladığımız bütün paraya pul aldı ve mektup ile gönderdi.
Bir türlü dergi gelmedi. Bir mektup daha yazdık. Adamlar para istedi. Üçüncü bir mektup yazarak, parayı pul olarak gönderdiğimizi ifade ettik. Gelen cevabi yazıda; “Böyle bir uygulamalarının olmadığını ama yine de dergileri göndereceklerini” söylediler. Neyse şöyle kalın kalın dergiler geldi. O dergilerden kendimizi hazırlamaya çalıştık.
5/Fen’de iken Şenol Doksat diye bir öğrenci arkadaş geldi sınıfa. Şenol’un babası polisti. Gayet uyumlu ve esprili biriydi. Liseden sonra Tıp Fakültesini kazandı. En son Eskişehir’de doktor olduğunu duydum.
İhsan Resim öğretmeni oldu. Fatih ise Matematik bölümünü bitirdi. Halen İstanbul’da matematikman. Mehmet Nuri Mardin müzesinde görevli. Yılmaz Baydar, Cercis Kayar, Hasan Bilgiç ve Mahmut Tekçe Almanya’da yaşıyorlar. Murat siyaset bilimci. Şenol Doktor. Ben Konya’da Yazı İşleri Müdürüyüm. Aramızdan iş adamı dahi çıktı. İdil ve Cizre’de sürücü kursu işleten Şükrü Yağan da bizim sınıftaydı.
Sonradan sınıfımıza dâhil olan Abdurrahman Kazan, Ali Soyvural, Necim Süsin gibi arkadaşlarımız da vardı. Abdurrahman İdil BOTAŞ’ta, Ali Soyvural ise Batman PTT’sinde çalışıyor.
Tüm arkadaşlarımız arasından İdil’de yaşayanlar; Abdurrahman Kazan, Şükrü Yağan ve Bahattin Yalçın olsa gerek.
Yani bir avuç leblebinin taşa vurulması gibi dağıldık.
Selam ve saygılarımla.
Not: Fotoğrafı Mecit Çevrim’den çaldım. Eeee artık o kadar abilik hakkımız da olsun.